9 Aralık 2009 Çarşamba

Lord kamarası görmek...

İngiliz deyince...her yer lord, sir,lady,vs :) malum monarşik yapı, ama allahtan durum anaerkil de, sinir kalkmıyor..ve geçenlerde ben de bu mertebeye yaklaşır hissettim kendimi ilk kez :) benim k...ım daha doğrusu bizim k...ımız geçenlerde lord kamarası gördü :)

Evet konumuz bu. Rahmetli büyük teyzemin isteği tam 30 sene sonra gerçekleşti. Büyük teyzem küçükken (hafif erkek görünümlü bir kız çocuğu olduğumdan) anneme, bu kızı büyüyünce İngiltere'de ladylik okuluna gönder dermiş!!(insanın görüntüsüyle gitmesi gereken okul arasındaki bağlantıyı hala anlayamam)...Büyük teyzemin (annemin teyzesi) 20. yüzyılın başlarında doğmuş, büyümüş, daha o tarihlerde dil tarihten mezun olmuş ve İngiliz ile Fransız hayranı bir insan olduğunu düşünürsek, bu isteğini yadırgamamak lazım... Tabii Anneciğim beni hiçbir zaman ladylik okuluna göndermeye kalkmadı... (böyle okullar var mıdır onu bile merak etmedim hiç)

16 yaşından bu yana bildiğim, sevdiğim ve son 3 aydır yaşadığım Londra'da geçen günlerde bir taraflarım lord kamarası koltuğuna oturma mertebesine ulaştı, hem de 2 ay sonra kavuşabildiğimiz kocamınkiyle beraber...Galiba teyzeciğim hedefine kendimi en yakın hissettiğim an bu oldu.

Yunus'la beraber bir görev takibi için gittiğimiz parlamento binası ve lordlar kamerası, insanı değil lady, sir, lord olmayı, ölmüş olmasına rağmen Prenses Diana'nın yerine geçmeyi bile düşündürtüyor :)

31 Ekim 2009 Cumartesi

Up, up, up and away...

Pixar yine yapacağını yapmış :) Hep bi zevkle izledim, pixar'ın animasyon filmlerini...Toy Story, Ratatouille, Wall-e, Nemo, Monsters, aklıma şimdilik gelen birkaç pixar animasyon filmi...Pixar filmlerini izlerken, aklıma hep şöyle bir görüntü geliyor,"bir sürü yaratıcı, gözlüklü ve teknoloji manyağı adam ve kadın bir odada çalışıyor, çiziyor, üretiyor ":) nedense...

Pixar'ın son animasyon filmi "UP" bir harika...felsefi olcak ama hayata dair o kadar çok şey barındırıyor ki içinde...Her zaman ki gibi pixar yetişkinleri de kalbinden vuruyor, hem de öyle böyle değil, filmde ağladım bile :)

Bloğumu okuduklarını umduğum Göksel ve Umur'a buradan sesleniyorum: Ada'larınızı mutlaka götürün bu filme :)

24 Ekim 2009 Cumartesi

EVE DÖN JOE GİBİ












Bugün Londra'nın "özgürce konuşulabilen" en bilinen köşesi "Hyde Park Corner"da, binlerce savaş karşıtı buluştu..."İngiliz askerleri Afganistan'dan dönsün" diye bağırdı herkes, ama konu sadece Afganistan değildi, tüm Orta Doğu için yürüdü binlerce kişi...

Bu sorunlu topraklara İngilizlerden kendimi daha yakın hisseden ya da daha yakın hissettiğimi zanneden ben ise, İngilizlerin ağzından "Orta Doğu'da barış" sloganını duyunca tarif edilemez bir tuhaflık hissettim.

Fotoğraf makinamı kapıp Hyde Park'a gittim ve şu sorunsalla karşı karşıya kaldım: Elime tutuşturulan binlerce broşürü mü tutsam, yoksa yağan yağmurdan ıslanmasın diye fotoğraf makinamı mı kurtarsam, bir elle şemsiye tutulurken diğer elle fotoğraf makinesi nasıl tutulur ve zoom yapılır, bu fotoğraf makinesini yağmurda taşımak ne de zormuş, yağmurdan ve ıslanmaktan nefret eden benim 365 günün 300'ünün yağmurlu olduğu bir şehirde işi ne, vs...

Derken kafamdaki bunca soru, gencecik bir adamın yürüyüşün başına geçmesi ve basının ona gösterdiği inanılmaz ilgiyle dağılıverdi: Joe Glenton. Savaşın başlamasının ardından, 2006'da Afganistan'a gitmiş Joe, savaşmış da ama yapamamış, dönmüş kendi isteğiyle, gitmek zorundasın dönemezsin demişler reddetmiş, şimdi yargılanıcak Glenton, ve sivil cezaevine gönderilmesi olası...

Bugün Joe, yürüyüşün simgesiydi ve en başındaydı, karısıyla beraber...bağırdı herkes: "Eve dönsün herkes, Joe gibi"...Ben de Joe'nun hikayesini öğrenince şemsiye, yağmur ve fotoğraf makinası üçlemesine daha fazla kafa yormamam gerektiğini anladım :)

21 Ekim 2009 Çarşamba

VE LONDRES....

Dile kolay, koca 6 sene...Ankara ya da İstanbul olsa şehrin değişiminden evimin yerini bulamazdım ama tabii Avrupa :) Londra'yı aynı 6 sene önce bıraktığım gibi buldum...

Hiç mi değişiklik yok? Elbette var...Ekonomik kriz feci vurmuş, Londra'da artık daha fazla mutsuz insan var, biraz daha yoksul, biraz daha güvensiz ama yine de güzel :)

Bi de teknoloji...neredeyse peynir-ekmek gibi buradaki cep telefonu şirketlerinin Türkiye'ye göre ucuza sattığı blackberryler, iphonelar...Kötü etkilemiş bu durum İngilizleri (Londra'da İngiliz mi var diyebilirsiniz, haklısınız, o zaman) Londralıları diyelim...Artık Londralılar, metroda, otobüslerde daha az kitap, dergi, gazete okuyor...Herkesin elinde internet bağlantılı cep teli...cıp cıp cıp sağa-sola mail atılıyor, hatta msn'den chat yapanına bile şahit oldum...
"Ya seversin, ya nefret edersin" sınıflandırmasına sokulan şehirlerden biri Londra...Nasıl baktığına bağlı şehre, gri bulutlara, genelde çiseleyen yağmura ve olmayan yemeklerine :) fazla takılmamak gerek...Akan hayat, yapılacak milyonlarca şey ve parkları ise benim odaklandığım noktalar...
Şimdilik, tanıdık ama yeni bir başlangıç Londra benim için...Gezilenler, görülenler, şahit olunanlar ve de en önemlisi akla takılanları anlatmaya devam :)
Henüz kendimi şehre ait hissetmediğimin, turist Ömer kıvamındaki halimin kanıtı olan objektifimden 3-4 kare :) Akşamüstü Westminster-Parlamento binası ve de meşhuuur Notting Hill-Portobello Road....






30 Ağustos 2009 Pazar

Yine intikam, yine gerginlik ve yine Tarantino...

Dahi yönetmen Quentin Tarantino'nun yeni filmi "Inglourious Basterds", iki haftadır gösterimde olan Türkiye'deki ismiyle ise "Soysuzlar Çetesi"...

Film, 2. dünya savaşında Nazi işgalindeki Fransa'da başlar...İlk sahnenin ve filmdeki birçok sahnenin insanı içine çeken "gerginliğine" kapılmamak elde değil, ve tabii Kill Bill'deki intikam hikayesi bu filme de hakim...Tabii bu intikam, Kill Bill'deki gibi 1 kadının 1 erkeğe yönelik intikamı kadar basit değil... Hitler ve demirbaş ss'leri öldürerek, adeta tüm Yahudilerin hatta insanlığın yapmak istediğine, intikamına tercüman olmuş bu sefer Tarantino...

Her filminde kanlı sahneleri cesurca gözler önüne seren Tarantino, yine cesaretini ortaya koyuyor ama Kill Bill gibi asla değil... kafa derisi yüzme sahnelerinden her ne desense rahatsız olmadım :) acaba bende mi bi tuhaflık var ;)
Film uzun süredir izlediğim en güzel filmlerden biri, kesinlikle tavsiye edilir, tabii Tarantino'nun tarzına aşikarsanız...ince espriler de var...özellikle ss subayını canlandıran Christoph Waltz'ın performansı dikkat çekici...Brad Pitt ise, aksanı ve özellikle İtalyan taklidiyle oldukça komik :) (burada Tarantino'nun İtalyan köklerine kredi vermemek haksızlık olur sanırım) tabii bi de her zamanki gibi yakışıklı Pitt (ah Angelina ahhh)...


14 Ağustos 2009 Cuma

TÜRK DOLMASI :)

İnsan "gazeteci" olunca...bilinçte hep bi entel/derin konular yazma, konuşma ya da anlatma hissi oluşuyor...yok ama yok bu sefer valla kendimi tutamıycam, dayanamıycam...bu fotoğrafı görünce isyan etmek istedim, bu ne yaaa!!!! Tamam kadın dediğin biraz şöyle etine dolgun olmalı (külliyen yalan), hatta amiyane tabirle böyle "elledin mi eline lop lop et gelmeli" (ne iğrenç di mi) amaaa...bu kadar da değil sanırım....

Bi estetik algısı var kardeşim, bunu bozmak zorunda mısınız?....Tamam tabii... bi anoroksik Kate Moss değil, ya da keş ve anoroksik, ibibik kuşu kafalı Amy Winehouse da değil karşımda görmek istediğim amma...valla dolma bacak Sibel Can hiç değil :) "Hafif etine dolgun bir kadın olarak" :) bu fotoğrafa isyan etmek ve sizinle paylaşmak istiyorum...
Sibel Can'ın "medeni cesareti" ya da "güveni" konusuna girmeyi ise hiç uygun ve gerekli bulmuyorum bu yazıda...malum değmez :) (gazeteciyiz ya çok fazla üzerine yazmak, zaman kaybı olur değil mi)


9 Ağustos 2009 Pazar

ADA YAKMAK...

Niye yakar insanlar adaları, ormanları, ağaçları? Neden?

1 yaşından beri giderim, teyzemler ve anneannemlerin yazlığının olduğu Burgazada'ya...arabadan, gürültüden, karmaşadan, şehirden uzaktır Burgazada...Bilen bilir, özellikle İstanbulluların kaçış yeridir adalar...Ama tabii benim favorim 30 senenin alışkanlığıyla belki de kimbilir, Burgaz'dır...Sait Faikle bilinir, Kalpazankayasıyla, Sinem dondurmacısıyla, Rumlarıyla, kiliseleriyle, Bayraktepesiyle, kedileriyle....



Her sene gitmezsem olmaz, bir yanım eksik kalır...göçüp gitti teyzelerim, anneannem, dedem bir bir... ama aslında Burgazadayla hep varlar sanki bu dünyada...Yokluklarında varlıklarını yeniden hissetmek istememden midir, özlemden midir bilinmez, gittim yine bu hafta, 2 günlüğüne Burgaz'a...gezdim doyasıya her köşesini, hasret giderdim özlediğim her noktasıyla...ama yaktılar yine, hem de döndüğüm gün :( niye? neden? kaçıncı kez!!!!


-BURGAZADA'DA ORMAN YANGINI

09.08.2009 - Burgazada'da ormanlık alanda çıkan yangın söndürülmeye çalışılıyor.
Alınan bilgiye göre, Bayraktepe Mevki'nde saat 19.00 sıralarında henüz bilinmeyen bir nedenle yangın çıktı. Yangına Adalar İtfaiye ekiplerinin müdahale etti. Söndürme çalışmaları, 1 arazöz ve 1 helikopterin yardımıyla sürdürülüyor.

31 Temmuz 2009 Cuma

Dikkatten kaçmayan...

Birkaç gündür dikkatimi birşey çekiyor...19 Temmuzla beraber etrafımızı saran "dumansız havanın" başkentimiz billboardlarındaki bu posteri....
Bu poster elbette ki bir süredir başkent caddelerinde var biliyorum, ama dikkatten kaçmayan şu: Bu siyasilerden birinin yüzü nedense asılı olan posterlerin çoğunda hatta hepsinde hep karalanmış, ya da yırtılmış...Guess who?

YAN GELİP YATMA(MA) ZAMANI

Tatilin bizim için "yan gelip yatma" zamanı olmadığını, daha doğrusu "yan gelip yatmanın" bizim için uygun olmadığını geçen senelerde keşfettik...Bünyelerde sürekli bi merak, rahat olamama durumu, kafalarda "acaba burası nasıldır? neler vardır görülecek/gezilecek/yenilecek?" soruları varken, haliyle de tatil için aynı yerde 10 gün çakılıp kalma durumu bizi bir hayli huzursuz ediyor ve tatili zehir ediyor...

Biz derken: Yunus ve ben...Yunus'un tarihe olan ilgisi ve gideceğimiz her yerle ilgili "araştırmacı gazeteci" ruhuyla ön bilgiler toplaması, hatta toplamakla kalmayıp, bu bilgileri "küçük araştırma dosyalarına" dönüştürmesi hem tatilimizi kolaylaştırıyor, hem de itiraf ediyorum bir hayli işime geliyor...(bu arada bu dosyaları bir de sesli olarak Yunus'a okutuyorum...tembelliğin de bu kadarı, di mi :))


Geçen sene Olympos-Çıralı tarafına yaptığımız seyahatte, aynı günde tüm Çıralıyı, Olympos'u ve hatta yanartaş'ı gezmemiz, bizi "eeee geri kalan 1 haftada napıcaz biz şimdi?" sorunsalıyla karşı karşıya bırakmıştı....Biz de bunun üzerine bir araba kiralıyıp, bütün Antalya civarını gezmiştik ve tabii bir sonraki tatilimize arabayla çıkmaya karar vermiştik...


Nitekim de öyle yaptık, bu sene...Bindik arabaya "münavebeli" :) olarak kullanılan araba yolculukları sonucu, Çeşme, Efes, Marmaris, Datça, Fethiye, Kaş-Kalkan ve Alanya'ya gittik.....Öncellikle seçtiğimiz güzergahtan çok memnun kaldık onu söylemeliyim...favori yerlerim kesinlikle Çeşme-Alaçatı, Eski Datça ve Kalkan...Tabii ki Efes, görmeyenler için mutlaka görülmeli (ama bizim yaptığımız gibi kesinlikle öğle sıcağında değil)... Özellikle Eski Datça'da "Can Yücel'in mahallesini" görmenizi, onun şarabını yudumladığı, şiirlerini yazdığı kahvede oturmanızı ve sokakları arşınlamanızı tavsiye ederim...

Çeşme-Alaçatı ve Kaş-Kalkan civarı ise özellikle İstanbulluların akını dolayısıyla bir hayli tuzlu ama Alaçatı kesinlikle görülmeye değer...Cem ve Servet sağolsun, Göcek civarı için Fethiye'den katıldığımız"12 ada turu" güzeldi ve elma ağaçları altında güzel bir yemek için Fethiye-Hisarönü Kayaköy'deki "Cin Bal'a" mutlaka uğranmalı....

Zamanın bizle alay ettiğini anladığımız her tatil, zamana tezat maalesef bitiyor ama her tatilde yeni birşeyler görmek, öğrenmek ve anlamak elbette ki çok güzel....



"Can Evindeki" bu taşta ne yazdığını okuyamayanlar için: "İçimdeki karanlığı patlatacağım/ ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla ağlaya ağlaya/ yepyeni bir insan/pırıl pırıl bir can bitecek toprağa" (Can Yücel)

12 Temmuz 2009 Pazar

Mevsim yaz olunca...


Benim için sıcakmış, hava bunaltıcıymış hiiiç önemli değil...Yeter ki yaz olsun :)

Begonviller ve ben...Herkese iyi yazlar...

28 Haziran 2009 Pazar

END OF AN ERA?*

Bizim neslin, sorunu hep bu oldu...arada kalmak(nesil filan diyince yanlış anlaşılmasın, henüz yaşlı diilim, just born in 80)...Televizyonun elle değiştirildiği, koccaa bir kutu olduğu halini, hatta siyah-beyaz dönemini de gördük, televizyonun artık neredeyse kağıt inceliğini aldığı high-tech ve high-definition halini de...Teknoloji anlamında nice örnek verilebilir böyle... ve tabii az çeşitlilikten sonsuz çeşidin olduğu tüketim kültürünün gelişimine şahit olduk...

Diyeceksiniz ki...biz yaşamadık sanki bunları!! ne diye anlatıyorsun bunları!!!....haklısınız ama hemen size tüm bunları sorgulama sebebimi söylüyorum: Michael Jackson'ın ölmesi :(
MJ'in öldüğü haberini duyunca , "Galiba şimdi 20. yüzyıl gerçekten bitti" dedim kendi kendime...ve Türkiye'de 80'ler ve 90'larda yaşayan, Özal dönemi çocuğu-genci olarak yaşadığım travmalar bir bir gözümün önünden geçti...

Senelerce annemin "Amman kızım Kızılay, Sıhhiye tarafında olaylar varmış, o taraflara bugün gitme olur mu" tembihleriyle büyüyen ve benimle birlikte büyüyen kocccaa bir apolitik 80 kuşağııı!!! Yani bu kadın niye habire bana böyle diyor diye sorguladığımda ve yakın tarihe merak sardığımda, eşşek kadar insan olmuştum bile, iş işten çoktaaan geçmişti...

Tüketim üzerine kurulu, kapitalist sistemin ve pop kültürün etkilerinden nasibini alan bizim nesilin bu arada nedense biyolojik bi özürü olduğunu da düşünüyorum...mesela uzun boylu insan sayısı nedense az, bizden sonraki nesilde ise bi selvi boylar, bi sulak yerde büyümüş efekti....(bunun konumuzla alakası olmadığını biliyorum, ama hep içimde kalmıştır yazmak istedim, sadece hasetlik galiba ;))

Pop kültürün en büyük sembolü olan ve dönemin analizi için her türlü ipucunu müziğiyle ve yarattığı dansıyla gözler önüne seren MJ öldü... ama bizim neslin çoğu hala hayatta....O zaman hızlı yaşamaya, çabuk ve çok tüketmeye ve çabuk unutmaya devam...Ne de olsa bize büyürken bişeyi merak etmemek, bilmemek, bilsek de anlamamazlıktan gelmek tembih edilmedi mi???!!! 3 maymunu oynamaya devam...
*BİR ÇAĞIN SONU MU?

24 Haziran 2009 Çarşamba

DU BAKALIM!

Bakarız, du bakalım, gün doğmadan neler doğar, yarın ola hayrola, sabah bi gözümüzü açalım bakarız (bu annemin favorisi)...ve daha bir çoğu ve türevi...

İtiraf ediyorum: Ben çocukluğumdan beri bütün bu "her an ölebilirizi" insana "danggg" diye habire hatırlatan kelime ve deyişlerden nefret ediyorum...

Yarını hatta gelecek hafta ve haftaları!!! bugünden planlıycak kadar plancı-programcı bir şahsiyet olunca, haliyle bu kelimeleri sık sık duyuyorsunuz...Tamam elbet ölücez de kardeşim, ne diye bana bunu habire hatırlatıyorsunuz...

Klasik olucak ama tabii bütün bu deyişler, atasözleri, vs. insanların yaşadıkları ve tecrübe ettikleriyle ilgili, katılıyorum...ama mesela ben bugünden yarın gitmek istediğim filmi, akşam ne yiyiceğimi, 1 ay sonraki arkadaşımın düğününe ne giyiceğimi, ya da gelecek sene tatile gitmek istediğim yeri planlamak istiyorum!!! Belki ben böyle mutluyum, küçük/büyük gelecek planları mutlu ediyor, hayata bağlıyor beni...

Ama yok...izin vermiyorlar ki...

Aslı: Anne yarın sinemaya gidelim mi?

Aslı'nın annesi :) : Sabah bi gözümüzü açalım

Aslı: Yunuus, yarın akşam şurda yemek yiyelim mi?

Yunus: Bi yarın olsun...

Aslı: Babaaa, şunu alabilir miyim? (ki bu küçükken sorduğum en sık soruydu)

Aslı'nın babası :) : Du bakalım :)

Hep mi kaderci insanlaaar sarar etrafımı ya!!!...imdaaaaaat :)

13 Haziran 2009 Cumartesi

İNGİLİZ AŞÇI MI???

Oxford mezunu...aslında gazeteci, Sunday Times gazetesinde kitap ve restoran eleştirmenliği yaparak başlıyor bu işe...sonraaa kendi tabiriyle "yemek yemeyi ve yapmayı seven biri olarak" tamamen kendini yemek işine adıyor, Nigella Lawson...

Şu anda İngiltere'de ve hatta dünyada çok tanınıyor Nigella, "İngiliz ve yemek mi!!!, asla!!!" düşüncesini tamamen ortadan kaldıracak ve bir İngiliz'in fish&chips dışında bir şeyler yapıp, yiyebileceğini gösterecek kadar güzel yemek yapıyor :) Bir sürü yemek kitabı var ve tabii yemek yaptığı bir de tv programı..."Pratiklik" Nigella için temel olgu, yani öyle uzun uzun ve ince ince soğan doğrama sahnelerine şahit olmuyorsunuz ama bu pratikliğe tezat Nigella gecenin bir yarısı hiç üşenmeden yatağından kalkıp canının istediği bir yemeği pişirebiliyor...

Nigella'nın popülerliğinin bir nedeni de şu: "She is renowned for her flirtatious manner of presenting" yani flörtöz sunumuyla tanınıyor. Domates doğrarken kameraya attığı bir kaçamak bakış, benmari usulü çikolata eritirken dudaklarında beliren bir gülümseme, onu daha da sevilir hale getirmiş ve "sexy chef" mertebesine yükseltmiş.

"Voyeuristic" kıvamda sadist bir şekilde, anlam veremeyerek izlediğim yemek programlarına, Digitürk'te yayımlanan Nigella'nın programını da eklemem çok zaman almadı...Yemek yemek dışında yapmakla en ufak bir alakam olmayan ben, Nigella'nın programlarından sonra 1-2 deneme yapmadım da değil...(tabii burada erkek arkadaşım Yunus'un teşviklerinin etkisininden de bahsetmeden edemiycem, çünkü kendisi geçen 14 şubatta bana 'e hadi yemek de yap biraz' mesajının içinde gizli olduğu, akıllı bir mini fırın hediye etti)

Digitürk sağolsun, Nigella'nın yemek programlarını bugünlerde hala evirip çevirip tekrar tekrar gösteriyor...ve ben aynı programı milyonuncu kez izlemekten sıkılmadığımı geçenlerde farkedip bu "voyeuristic" zevkimi uzun süre sorguladım...

Bu arada Nigella, belki herkesin yakışıklılığı ve sempatikliği ile tanıdığı "naked chef" olarak da bilinen bir diğer İngiliz şef "Jamie Oliver"a da rakip olmaktan geri kalmadı...Hatta Jamie, Nigella'yı tv programında yaptığı yemeklerden arta kalanları akşam üzerine ekstra soslar, kremalar, vs, sürerek yediği ve sağlıksız beslenmeye örnek olduğu gerekçesiyle eleştirdi...Ama şu bir gerçek, Nigella benim için Jamie'yi çoktaaan solladı, ne de olsa yemek dediğin yağlı, soslu ve salçalı olmalı di mi ;) Nigella'nın tariflerine www.nigella .com adresinden ulaşabilirsiniz, (acaba onu bu kadar övdüğümü bilse benimle tanışmak ister mi, wish she knows Turkish ;-))

3 Haziran 2009 Çarşamba

HALİL, HARVEY VE BEN :)

Bundan tam tamına 6 sene önceydi...23 yaşında Londra'da master yapan gencecik (-ki hala gencim neyse ki-:)) bir öğrenciyken, en fazla iki kişinin oturabildiği, ikiden fazla kişi girdiğinde mutlaka birinin ayakta durması gerektiği kadar küçüklükteki yurt odama, ekstra bir yatak almam gerekti....Türkiye'den kimi zaman gelen arkadaşlarımı ya da ailemi (tabii 1 kişiden fazla olmamak koşuluyla) minnacık yurt odamda yatırabileceğim şişme-bildiğiniz deniz yatağına benzeyen, yarı yer yarı deniz yatağı kıvamında bir yatak buldum ve aldım...tabii bir de onu şişirmek için bir alet....
Her zamanki tez canlı halimle annemin gelişinden yaklaşık 20 gün önce aldığım bu yatağın ünü maalesef ki yurtta çabuk yayıldı (tabii bunda benim çenemin de katkısı büyüktü) ve annem daha gelmeden kaldığım kattaki neredeyse herkese yatağı ödünç vermek zorunda kaldım...Tam bu sırada bana bir arkadaşım diğerleri gibi :) "Aslı, yatak müsait mi bir arkadaşım bende kalmaya gelicek, yatağa ihtiyacım var şu tarihlerde" dedi. Yaklaşık 1,5 ay sonrası için rezervasyonunu yaptırmak istediği tarihlerin uygunluğunu öğrenen arkadaşım :) bana yanında birkaç günlüğüne kalmaya gelecek arkadaşıyla ilgili kişisel bilgiler vermeyi de ihmal etmedi...

Arkadaşı gaydi ve sakın ama sakın arkadaşı geldiğinde onunla sohbet ederken "gayliğiyle" ilgili ağzımdan özellikle olumsuz birşey kaçırmamalıydım...Ama dile kolay kocaaa 1,5 ay, ben bunu unuttum gitti...

1,5 ay sonra yurt mutfağındaki yemek masasında karşısında yemek yiyip, sohbet ettiğim ve "gay" olduğunu tamamen unuttuğum arkadaşımın arkadaşının yüzüne baka baka kurduğum şu cümleyi dikkatinize sunmak ve sizinle paylaşmak istiyorum: "Ben bu i..neleri kesinlikle anlamıyorum" :) !!!!yalnız burada hemen şunu da belirteyim: karşımdakinin gay olduğunun ipucusunu veren (hal,hareket, konuşma gibi) herhangi bir işaret yoktu ve arkadaşımın "amaan aslı dikkat" tembihinin üzerinden de bir aydan fazla zaman geçmişti :)

Bu cümleyi, üçümüz yemek yerken, mutfağa giren İspanyol yurt arkadaşımın gay olduğuna dair tahminlerim üzerine kurmuştum, ve"i..ne" kelimesini zikrettikten sonra ortadan kaybolan arkadaşımın, neden hala dakikalardır yanımıza dönmediğini anlayamamıştım...Bir süre sonra merak edip, nerde acaba diye onu aradığımda, onu yurt odamda yere kapaklanmış ve gülmekten yüzü kıpkırmızı bir halde buldum... Arkadaşımdan "Aslı sen az önce içerde oturan arkadaşıma i..ne dedin, ben sana ne demiştim, gay demiştim onun için, di mi!!!" cümlesini duyduğumda başımdan kaynar sular döküldü :) bütün gece çocuğun yanına bi daha çıkamadım...

Artık, "i..neleri anlamam" gerektiğini, ben bu "acı" tecrübeyle öğrendim... Çok geçmeden de iki sene boyunca yaşadığım Londra'da, sık sık karşılaştığım "eşcinselleri" kabul ettim, yolun ortasında durup öpüşenleri, sarılanları, el ele yürüyenleri kabullendim :) Hatta eşcinsel bir arkadaş da edindiğimi ve birkaç kez onunla beraber, Londra'nın "gay semti" olarak bilinen Soho'da gezdiğimizi ve hala da irtibatımızın kopmadığını burada itiraf etmeliyim...

Türk toplumunun da anlamakta ve kabullenmekte çok zorlandığı "eşcinsellik" (bknz: son olarak Hakem Halil İbrahim Dinçdağ olayı), konunun uzatılmasıyla da çirkin bir hal alabiliyor...Feminist bir yaklaşım olacak ama nedense işin içine özellikle erkekler arasındaki eşcinsellikteki görsellik de girince bu konu iyice "kabul edilemez ve dayanılmaz" oluveriyor, ancak kadınlar arasındaki eşcinsellik nedense hep daha bir "seksi"!!!!

Erkekler arasındaki eşcinselliğin özellikle yine erkekler tarafından "çirkin ve kabul edilemez" olduğunun görsel kanıtını ise bu hafta sonu en favori aktörlerimden biri olan Sean Penn'in "Harvey Milk" karakteriyle bu sene "En İyi Erkek Oyuncu" oscarı aldığı, "Milk" filmini izlemeye gittiğimde gördüm....

İlk yarısında özellikle erkekler arasında çok sayıda öpüşme sahnesi olan filmin ortasında çıkanlar mı dersiniz, film arasında kaçanlar mı dersiniz..ohooo...kaçan kaçana...ve çıkanların çoğu tahmin edersiniz ki erkekler, çoğu kız arkadaşlarıyla ya da eşleriyle filmi izlemeye gelmişler (en çok da yanlarındaki kadınlara üzüldüm) :) tabii olmaz... erkek adam böyle film izlemez, izlememeli :)

Filmin Türkiye'ye ve de Ankara'ya bu kadaaaar geç gelmesi, koyulan yüksek yaş sınırı ve az sayıda sinemada genelde küçük salonlarda gösterilmesinin birşeylerin alameti olduğunu anlamalıydım aslında ama kaderde yaşayarak gözlemlemek varmış, tüm bunlar aslında "eşcinsellikle" ilgili Türk toplumunun "katı mantalitesini" ortaya koyuyor...

"Eşcinsellik" konusunda kimi zaman toplumsal olarak öğretilmiş, kimi zaman da nerden geldiği belirsiz "önyargıları" yenmiş olmaktan dolayı mutlu ve gururluyum...Ne diyim, darısı filmin yarısında sinemadan çıkanların başına :)